471730 306892659403447 1559691202 o

GİRİŞ

 

Yazmış olduğum “Oppidumlar “Kutsal Kelelerin Üstün İnsanları” Ve Yirmibirinci YüzyılDoğa sanat yaşam ölüm üzerine adlımakalenin amacı, Arkeolog-Prehistoryen Sayın Ufuk Baş Arığ’nın kaleme almış olduğu,  Oppidumlar  “Kutsal Kaleler”   Savaşçı Din Adamları Üstün Savaşçı Ve Üstün İnsanların Yetiştirildikleri Okul ve Kaleler Tepe KalelerIstırancalar Bölgesi  Vize Oppidum “Kutsal Kale” adlı kitabından ilham aldığım; “Üstün İnsan” kavramı doğrultusunda, geçmiş ve günümüz insanlarının ölüm, yaşam, doğa ve sanata bakış açılarını karşılaştırmak, bu karşılaştırmayı okuyucunun dikkatine sunmaktır. Geçmiş ve günümüz arasında adeta bir köprü olarak görev yapan sanatın önemini vurgulamak, tarih içinde yaşamış olan ve “üstün insanlar” olarak nitelenen insanların, yaşam, ölüm ve doğaya bakış açılarını sergileyerek, 21. Yüzyıl insanının bakış açısı ile gündeme taşımaktır.

    Makalem için bana ilham veren sayın hocam Arkeolog-Prehistoryen Ufuk Baş Arığ’a sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum…

 

 

Derya Ölçener

 

 

 

OPPİDUMLAR “KUTSAL KALELERİN ÜSTÜN İNSANLARI” VE YİRMİBİRİNCİ YÜZYIL DOĞA SANAT YAŞAM ÖLÜM ÜZERİNE

 

 

Oysa doğa sürekli dirilişti...

    “Herkes ölmeyi önemli sayıyor ama ölüm daha bayram değil. İnsanlar, en güzel bayramların nasıl kutlanacağını öğrenemediler daha.” (Nietzsche,2012,s.73)

    Varlık ile tanışan insan için ölüm, en kısa mesafede durmaktadır. Dünya üzerine ayak basan insan, bu mesafenin kısalığından haberdardır. Bu bilinmezliğe karşı adeta gözlerinin üzerine kapattığı elleri ile araladığı parmaklarının içinden bakmaktadır. Ölüme karşı çaresiz olan insan, yaşarken onu yenmenin türlü yollarını aramış ve aramaktadır. Bilim, sanat, inanç, insanlığın başlıca silahlarındandır. Bilim, tıpta yenilikleri araştırıp uzun yaşamın sırlarını ararken, sanat, nesiller boyu kültür ve duygu aktarımı ile insanı ölümsüzleştirmeye çalışmış; inanç, öte dünya vaadi ile bedensel varlık alanının geçici olduğunu, mükemmel olanın, öte dünyada olduğunu öğretmiştir. Bu dünyada ise güç insanın elindedir…

     Nietzsche; “Ben nerede canlı bir varlık bulduysam, orada kudrete yönelik iradeyi gördüm. Hizmet edenin bile efendi olabilme iradesini gördüm” der. İnsandaki güç istenci öylesine kuvvetliydi ki, belki de dünya üzerinde sürekli dirilişin tek yoluydu… İnsan bu kudretli rolüne doğayı tahakküm altına alarak başladı. Önceleri basit ihtiyaçları için doğadan fayda sağlayan çalışkan insan, ilerlediği bilim ve teknik sayesinde onu tamamen olmasa da kontrol etmeyi başarabildi. İnsanlar geniş alışveriş merkezleri, toplu konut ve daha nice kamusal olan projelerini, doğayı yok etmek pahasına hayata geçiriyor ve her geçen gün doğanın üzerinde hakimiyet sağladıklarını düşünüyorlardı. Tüm bu kamusal alanlarda, hep birlikteliğin güveni ile yaşayan insanın düşüncesinden ölüm biraz olsun uzaklaşıyordu. Oysa “ Her günkü hep-beraberliğin kamusallığı ölümü hep cereyan eden bir rastlama olarak bilir. Şu veya bu yakın dostumuz yahut uzak bir tanıdığımız ölür. Her gün ve her saat tanımadıklarımızda ölür. BU hali ile o, her gün karşılaşılanları karakterize eden dikkat çekmezlik içinde kalır. Zaten herkesin işbu hadise için belli bir tefsiri de hazırdır. Onun hakkında dile gelen yahut çoğunlukla bir şey söylemeyen ve “koşarca” sarf edilen sözler arasında şunu demek ister: Sonunda herkes ölecek, fakat şimdilik sıra bizde değil” (Heidegger,2011,s.268)Ölüm sırasını savmış gibi yaşayan günümüzün kamusal insanı, ölümün belirlenmiş yok edişine karşı “yok ediş” savaşı başlatmış gibidir… Güç istenci geçmişte olduğundan farklı işliyor, doğadan güç alan insan, yine doğaya tahakküm ederek güç kazanmaya çalışıyor…

21. yüzyıl insanı öte dünya inancı doğrultusunda kutsal kitaplarda “yeryüzü nimetleri” olarak adlandırılan nimetlere karşı oldukça acımasız davranışlar sergilemektedir. Amaca hizmet eden tüketilebilecek olan hemen hemen her şeyi bilim yardımı ile suni olarak üretirken, doğal olanı ise betonlaştırmaya hızla devam ediyor gözükmektedir. Platon’un çerçevesinden bu resme baktığımızda onun “idealar dünyasını” kutsal kitapların “öte dünyası” ile özdeşleştirebiliriz. Platon yeryüzünde gördüğümüz her şeyin birer sanı (doxa; duyu organları ile algılanan dünya) olduğu ve aslının ise, idealar dünyasında bulunduğunu söyler. Yaşarken kutsal kitaplardaki cennete ulaşamayacak olan insanın, dünya üzerindeki bu kopyaları, dilediğince kullanma ve yok etme arzusu gücünü ölümden sonra halihazırda mükemmel olan aslına ulaşabileceği garantisinden alıyor gibidir. Buna göre yeryüzü, öte dünya yanında ikinci sıradadır. Henüz bilinmeyen öte dünyaya karşı duyulan inanç, “şüphe duyan ve merak eden varlık olan insanın” sorularını zaman zaman cevapsız bıraksa da, yapıp etmelerine meşru bir dayanak olmuştur.Platon’un sanı (doxa) bilgisinin yanı sıra “episteme” bilgisinden söz eder. Episteme dünyanın akıl ile anlamlandırılmasıdır. ve tümel olanın bilgisidir. Değişmeyen idealar dünyasını ancak akıl ile kavranılabileceğini savunur. Platon’a göre episteme bilgisine herkes ulaşamaz. Sadece üstün insan olarak nitelediği filozoflar (philos;sevgi, sophia; bilgelik) bilgeliğin anahtarını elinde taşır. Ancak bu anahtar sonuna kadar açılmış, doğayı yok eden bencil güdünün kapısını kilitleyebilecektir…

 

OPPİDUMLAR KUTSAL KALELERİN ÜSTÜN İNSANLARI ÜZERİNE

    “Biz bakacak hiçbir şey yokken görmeyi, her taraf sessizken dinlemeyi öğrendik.” (Baş Arığ,2014,s.189)

    Günümüzden yüzyıllar önce yaşamış “Çok büyük coğrafyada binler, onbinler ve çok daha fazlası ile varlık gösteren kavimler… Kökenleri dünya insanlık kültürünün başlangıcına kadar giden halklar…” (Baş Arığ, 2014, s.58) Traklar ve Keltler… Yapılan araştırmalara göre bilgeliğin anahtarlarını ellerine geçirmeyi başarmış gibiydi bu kavimler. Bu insanların yaşam alanları olan “Oppidumlar, özel coğrafi şartlarda yapılan ve kendi kurallarına göre faaliyetleri belirlenen, özerk dokunulmazlıkları olan, koruyucu kutsal kalelerdi” (Baş Arığ, 2014, s. 70) İnşa ettikleri Oppidumlar’ın mimari yapısı, üstün olarak nitelendirilen bu insanların adeta yaşam biçimlerinin birer simgesiydi. “ Oppidumlar birer güç kalesidir… Fonksiyonel yapıları gereği, çevrelerindeki süregelen nizamdan olabildiğince uzak, ulaşılması güç coğrafyalarda bulunmayı yaşam biçimlerinin gereği olarak seçmişlerdir…” (Baş Arığ, 2014, s.70) Yüzyılımızın mimari yapılaşmanın tersine doğayı yok ederek değil, doğa ile birleşmeyi tercih etmiş gözükmekteydiler. Ritüellerinde doğa ile “bir olmak” onunla bütünleşmek ölümsüzlüğe dokunmak gibiydi onlar için. “Dağlar ve kayalarla aralarında doğal ve kutsal bir bütünleşme meydana gelmişti. Kendilerini onlar kadar kuvvetli, güçlü, sert, acımasız ve sırlarla dolu olarak görüyorlardı. (Baş Arığ,2014, s.79) Bu insanlar Heidegger’ın söylediği gibi, ölümün sırasını savuşturan ve bu savmanın rehaveti ile hayata bakan insandan oldukça farklı gözükmekteydi. Her an ölüm ve yaşam arasında duran ve ikisi arasında fark gözetmeksizin yeryüzüne saygı duyma öğretisini içselleştirmiş ve bunu birbirlerine aktarmayı başarmış kavimlerdi.

    “Oppidumlar kale örgütünde: Savaşçılar, kahraman liderler, dinsel törenleri idare eden ve savaşçıların ruhsal gelişimine yardımcı olan dini lider, çeşitli sınıftan savaşçılar bulunmaktaydı. Oppidum savaşçıları değişik ve çok özel kurallara göre yetiştirilmiş ve  kültür seviyeleri oldukça yüksekti. Kendisini diğer insanların iyiliğine adamış, sorunları insanca çözmeye çalışan ancak gerektiğinde tüm savaş silahlarını en mükemmel şekilde kullanabilen çok farklı niteliklere sahip savaşçılardı. Olgun insan olmayı üstün amaçları olarak belirlemişlerdi. Kendi özgürlüklerine düşkün oldukları kadar başkalarının aşağılanması ve esaretine karşıydılar. Köleci toplum zihniyeti ile devamlı savaş halinde oldular” ( Baş Arığ, 2014, s,84) Bu ifadeler ışığı altında bugün insan hakları evrensel bildirgesinin izlerini sürmek mümkün olabilir…Özgürlük ve savaş kavramları birbirine bağımlı bir görünüm oluşturmaktadır. Nesiller özgürlük için savaşmışlarıdır. Savaşmak insan doğasının vaz geçilmez bir parçasıdır. Yüzyıllar içinde “savaş” kavramı ve içeriğinde çeşitli değişimler meydana gelmiştir. Eski kavimlerin savaş anlayışı “erdem” kavramı ile bütünleşmiş gözükmektedir. Nietzsche, insanın varoluş özelliği ve savaş arasında kurduğu bağlantıdan, “Ecce Homo” adlı kitabında şu şekilde bahsetmiştir. “ Savaşa gelince o başka birşeydir. Yaradılışımdan savaşçıyım ben, içgüdüdür bende saldırmak. Düşman olabilmek, düşman olmak, - bunun için güçlü bir yaradılış gereklidir belki de; en azından her güçlü yaradılışta zorunlu olarak bulunur bu. (2009, s.16) Yapılan araştırmalar doğrultusunda kutsal kalelerin üstün savaşçıları savaş silahından önce uzlaşma yolunu tercih etmiş ve zayıf olanı korumayı erdemli bir davranış olarak kabul etmişlerdir. Bu üst insanların bilgelik anlayışı 19. Yüzyıl filozofu Nietzsche tarafından adeta tekrar dile getirilmiştir. “Düşman önünde eşitlik, erkekçe bir ikili kavganın ilk koşulu, insan küçümsendiği yerde savaşmaz da; buyurduğu bir şeyi aşağısında gördüğü yerde savaşmamalı hiç. –Savaşçılık mesleğim dört ilkede toplanabilir. Birincisi; Yalnız üstün gelmiş şeylere saldırırım, gerekirse üstün gelmelerini beklerim. İkincisi, hiçbir bağlaşık tek başıma kalacağım ve yalnız kendi adımı tehlikeye atacağım şeylere saldırırım… Üçüncüsü: Kişilere saldırmam hiç; onları genel, usul usul yayılan ve yakalanması güç bir tehlike durumunu görünür kılmak için bir büyüteç gibi kullanırım. Dördüncüsü: Altında kişisel anlaşmazlık yatmayan geçmişinde kötü deneyimler bulunmayan şeylere saldırırım yalnızca” (Nietzsche,2009, s.17) Nietzsche’nin ifade ettiği savaşma şekli, günümüz toplumunda insan ve insan savaşımından farklı bir görünümdedir. Bugün yönetimler ve toplumsal ilişki ağları, samimiyetten uzak mühendislik zekası ile ve yöntemleri ile sürdürülmeye çalışılmaktadır. Eski kavimler ve savaşları ile 21. Yüzyıl insan topluluklarının savaşlarının nihai hedefi özgürlüktür. Ancak iki topluluğun savaşma tarzlarının arasında mühim bir fark vardır. Eski kavimler savaşları ile kendilerini yaşam ve ölüm karşısında özgürleştirirken, 21. Yüzyıl insanı yaşam ve ölüme karşı duyduğu kaygı karşısında köleleşmeye devam etmekte, bilim, teknoloji ile verdiği savaşta sözde galibiyetlerinin mağlupları olmaya devam etmektedirler.

    Nietzsche’nin savaşan insanının davranışı “ölçülülük” içermektedir. Eşitlikçi bir savaş sistemi ölçülülüğü beraberinde getirmektedir. Platon “ölçü, yiğitlik ve bilgelik gibi değildir. Bu ikisi toplumun yalnız bir parçasında bulunur. Bütün toplumu da yiğit ve bilge kılar. Ölçüyse, bütün bu toplumlara yayılır. Bütün yurttaşlar arasında tam bir düzen kurar. Aşağı, orta, yukarı, güçlü, güçsüz, zengin, fakir herkes aynı ahenge uyar. İşte bu uyuşmaya ölçü diyebiliriz.” (Platon, 1992, s.21) Bugün ölçülülüğü yeniden öğrenmeye çalışan 21. Yüzyıl insanı eski kavimlerin yaşadığı toprakları kazarak bu mirastan faydalanma imkanı ile yüz yüzedir. Tüm bu mirasın yegane taşıyıcısı  ise sanattır…

 

SANAT YAŞAM VE ÖLÜM ARASINDA

    “Ruhtaki değişikliklerin üç ana nedeni vardır. Duyular, imgelem ve tutkular.” (Malebranche, 1997, s.14) İnsan ile var olan bu kavramlar yaşam alanının her bir köşesine yayılmıştır. Duyular, uyaranlarla temas halindedir. Duyumsanan, tutkuları oluşturur. Tutkular ise zihinde imgelem yetisini harekete geçirir. Aynı zamanda bu zincir sanatların besin kaynağı olmuştur. İnsan sahip olduğu bu özelliklerle sanatı yaratmıştır. Malebranche’in duyular, imgelem, tutkular üçlüsünün kombinasyonlarının zihinsel işleyişi farklılık gösterebilir. Bununla birlikte sanatsal yaratımlarında birbirinden farkı ortaya çıkar. Duyular ve nesneler arası ilişkiler, zihinsel imgelemeler, ölçülülük ve tutku arasındaki ilişkiler kültürlerden kültürlere değişim göstermiştir. Bu sebepten dolayı kültürlerin sanat anlayışı farklılık göstermektedir. Diğer yandan bu ilişkiler ağı insanın yaşam ve ölüm arasındaki duruşunu belirler. Bu duruş bir bakış açısıdır… Bir dik üçgenin ortasında adeta nokta olarak bulunan insanın, üçgenin hangi uzunluktaki kenarına baktığı ile ilgilidir. Malebranche,şiddetli duyumlar ve tutkulardan kaçınılması gerektiğini bu duyumların ölçülü bir seviyede zihinde var edilmesi gerektiğini söyler.

Oppidum kutsal kalelerde yaşayan eski kavimlerin sanat ve yaşam özelliklerine baktığımızda, duyu imgelem tutku arasındaki ölçülülüğü korumaya özen gösterdikleri söylenebilir ve yine bu bakış açıları yaşam ve ölüm arasındaki duruşlarını bize net bir şekilde göstermektedir. “Bu üstün ve kuvvetli kavimler dediler ki, bizler kültürümüzü öyle bir maddeye aktaralım ki sonsuza kadar yok olmasın ve tüm kültürler yaşamları boyunca bizi yanlarında görsünler. “Taşlar ve kayalar üzerine yazımızı ve tüm sembollerimizi öylesine kalıcı olarak taşıyalım ki, bizden sonra tüm ait olduğumuz kavimlerin nesilleri, bu ortak kültürlerin miraslarına yaşamları boyunca sahip çıksınlar ve onlardan güç alsınlar.” (Baş Arığ, 2014, s.52) Sanat, kültürün kalıcılık gayesi taşıması onu yaratanının ölümsüz olma isteğini yansıtabilir. Halihazırda içinde bulunduğu topluluğu ve henüz var olmayan gelecek nesilleri bu ölümsüzlükle tanıştırmak ister gibidir.

    Gücünü doğadan alan eski kavimlerin sanat kültür nesneleri onların doğaya olan saygılarının da sembolleri olmuştur. Binlerce yıl varlık göstermiş bu kavimlerin şehirleşme planları, dünya üzerindeki yaşam biçimleri ile 21. Yüzyıl topluluklarının şehirleşme ve yaşam biçimleri arasında çarpıcı bir fark gözlenmektedir. Eski ve yeni bu iki topluluk arasındaki farkın sorunu; teknolojinin ilerlemesi değil, yine üçgenin içindeki adeta nokta olan insanın yine hangi kenara baktığı ile ilgilidir. Eski çağlara göre bilim, teknoloji ve inanç sistemlerinin gelişkin konumuna karşı, doğayı acizleştiren 21. Yüzyıl insanı, yaşam ve ölüm arasındaki mesafeyi kısaltmış, duyu, imgelem ve tutku üçlemesinin ölçülülüğünü kurmakta zorlanmaya başlamıştır. Oysa “doğa” sürekli dirilişti… Ve belki de Nietzsche’nin söylediği gibi, insanların nasıl kutlayacaklarını bilemedikleri en güzel bayram olan ölümün, tek kutsanma yoluydu…

 

 

KAYNAKLAR

-Arığ, B.U. (2014) Oppidumlar  “Kutsal Kaleler”   Savaşçı Din Adamları   Üstün Savaşçı Ve Üstün İnsanların Yetiştirildikleri Okul ve Kaleler Tepe Kaleler  Istırancalar Bölgesi  Vize Oppidum “Kutsal Kale” :www.arkeolojimerkezi.com

-Heidegger, M. (2006) Varlık ve Zaman, çev. Kaan H. Ökten, İstanbul: Agora Kitaplığı

-Malebranche, M. (1997) Hakikatin Araştırılması VI, çev. Miraç Katırcıoğlu: Milli Eğitim Basımevi

-Nietzsche, F.W. (2012) Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. S. İnan Sönmez: Birleşik Basım Paz. San. Tic. Ltd. Şti.

-Nietzsche, F.W. (2009) Ecce Homo, çev. Can Alkor: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

-Platon, (1992) Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz: Remzi Kitabevi